BOŞUNA ZİYAN OLMASIN

dilek kitapligi

Pazar dönüşü elimde poşetler sıra sıra dizilmiş banklardan birine oturdum. Henüz kışa girmemiştik ama aslında girmeliydik. Yine geç kalmıştı mevsim. Soğuk mu sıcak mı olduğu belli olmayan kaypak bir havaya, karanlık bir gökyüzüne hapsolmuştuk da adını bir türlü koyamıyorduk.

Her seferinde az alacağım deyip de nasıl bu kadar poşet yığınıyla pazardan çıktığımı bir türlü anlamam. Üstüne bir de bu mevsimini yitirmiş sıcak binince pazarın önünde o sıra sıra dizilmiş banklar bana çölde bir vaha gibi geldi. Kısa bir süreliğine ilişeceğim bankta, ben yaşlarda bir kadının oturmasına aldırmadım. Aslında o gün garip bir şekilde sohbet edesim de vardı. Bazı günler acayip nemrut biri olsam da bazı günler tam bir mahalle insanı olurum. Elli küsur yıldır çözemedim bu ruh halimi. Havaya mı, suya mı, artık iyice dozunu aşmış olan yalnızlığıma mı bağlı bilmem, sürekli değişiverir hâletiruhiyem. Bazen yüzünü gösteren güneş, bazen okuduğum kitapta beni büyüleyen olağanüstü bir cümle insan içine karışmak için vesile olur. O gün de öyle oldu. Sabah umut dolu bir öykü okudum. Çocukluğumdaki gibi dünyayı yine güzel görmeme neden oldu. 

Nefesimi yorgun ama keyifli bir “Ohhh” eşliğinde salıverdim. Bankın diğer köşesine oturdum. Kadınla birbirimize küçük bir baş hareketiyle dudaklarda beliren kararsız seğirmeler eşliğinde selam verdik. Hatta havanın sıcaklığından, bu mevsimde hiç de normal olmadığından bahseden iki üç cümle bile kurduk. Kadının telefonu çalmıştı. Bu kadar yakın otururken kulak misafiri olmamak imkansızdı. Telaşlı bir hazırlıkları vardı. Ölmüş birinin ardından kuran okutacaklardı. Telefonda konuştuğu kişiye duada dağıtılmak üzere hazırladıkları yiyecekleri bir bir saydı: “Börek yaptım, tavuk pilavında siparişini verdim. Tatlı mı? Helva kavururum dedim ama… Yok. Aslında… Biliyorum ama kuran kursundan bunlar yeter dediler…  Çok çeşit olunca israf oluyormuş oğlum” Konuşma birden kesildi. Kadın elindeki telefona öylece bakakaldı. Belli ki karşıdaki onun sözünü tamamlamasına fırsat vermeden telefonu yüzüne kapatmıştı. Yardım ister gibi bana döndü. Aslında daha çok onay bekler gibiydi. Lafın ortasından girdi, anlatmaya başladı: “Duayı kuran kursunda yapacağız, daha sevap olur dedik.” Az önce saydığı yiyecek listesi tek tek bir de bana saydı “Oğlum tulumba tatlısı da olsun diyor ama boşuna israf olacak. Ben demiyorum bak ha kuran kursundakiler diyor” Gözlerimin içine baktı. Vereceğim cevabı bekliyordu. Ya suçlu bulacaktım ya da hak verecektim. Ne denir ki böyle bir durumda bilemedim.

O an aklıma annemin haftada bir düzenli olarak katıldığı toplantılar geldi. Bize sıra geldiğinde evde bir telaşlı bir hava estirir, günler öncesinde yapacağı yiyeceklerin listesini hazırlardı. Üstelik hepsini bu kadının yaptığı gibi teker teker sayar sonra “Aaa Ayşe Hanım bunu yapmıştı. Ben yaparsam şimdi taklit etmiş olurum, dur daha başka bir şey düşüneyim” der, kendi anlatır kendi dinlerdi. Adına “Kadınlar Günü” denilen toplantısı için misafirlere sunulacak yiyecekler bir devlet meselesi haline gelirdi. Zaten o “Gün” denen şeyin kendisi daha komikti. Giyilecek terliklerden, yemekten sonra dağıtılacak sabunlu el bezlerine kadar her şey ayrı bir olaydı. Akşamında her şey istediği gibi yolunda gitmişse muzaffer bir general edasıyla evde dolaşır, yorgun tabanlarını ovalarken günün dedikodusunu yapardı. Olan biten bir daha unutulmasın, hafızalara iyice kazınsın diye sanki toplantı sonuç raporu çıkarırdı. Maalesef bu raporları dinlemek için karşısında da hep ben otururdum “Fadile’yi gördün mü nasıl kilo almış? Kızını evlendirecekmiş aklınca bana hava atıyor. Behice hanım nasıldı? Çok hanım kadın değil mi? Sürekli seni sordu bana. Çok beğenmiş seni. Ne zaman okulu bitecek filan dedi. Bir yeğeni varmış, okumuş, işi de iyiymiş” Dinlemezdim hiçbirini sadece başımı sallardım. O da gönlü olsun diye. Beni hiç ilgilendirmiyordu anlattıkları. Beni evlendirmek için giriştiği bu komik çabalar, kurduğu hayaller. Benim bu ilgisizliğimi görüyor, pek tasvip etmiyor ama yine de bir gün hayal ettiği kız evlat olacağımdan emin çabalayıp duruyordu. O çabayla da öldü. Evet evlendim ama hiçbir zaman onun istediği gibi bir kadın olmadım. Sonunda vazgeçti mi bilmiyorum ama hep bir tarafı eksik kalmıştı. Gerçek şu ki ben onu dileklerin gerçekleştiremedim. Bu duygu tüm hayatım boyunca üstüme yapışıp kaldı.

Ben anneme dua okutmamıştım. Çok bildiğim ya da ilgilendiğim bir şey değildi. Ama kadınının çaresizce benden cevap beklediğini görünce “Haklısınız israf olur, ne gerek var” dedim. Bu arada ardından yapılacak duada kimin ne yiyeceğini konuştuğumuz rahmetliyi merak ettim “Başınız sağ olsun hanımefendi, vefat eden kimdi, eşiniz mi?” diye sordum. Olmadı annesi ya da babasıydı ağızdan dökülmesini beklediğim. Oysa o bana “Gelinim öldü …” dedi. Şoka uğramıştım. Gelin mi? Kadına tekrar baktım, benim yaşımda var yok. Kadın sen kaç yaşındasın ki gelinin kaç yaşında olsun?  Aklıma peşi sıra bu sorular geldi.  Biz yaşarken gencecik bir canın yitip gitmesinin bencillik olduğunu düşündüm. Bu his kadına duyduğum sempatiyi aldı götürdü. Artık kadını daha yakından izliyor, nasıl biri anlamaya çalışıyordum. Tipinden belli dedim, dert tasa yapan biri değil. Oysa bu mahallerde yaşayan kadınlar çabuk yaşlanır. Bu şimdiden oğluna yeni bir gelin adayı aramaya başlamıştır. Öyle ya doğanın kanunu doğmak ve ölmek ama yalnızlık Allah’a mahsus! Baksana kızın ardından tulumba tatlısını bile çok gördüğüne göre. Kadını zihnimde yargılayıp hüküm vermiştim bile. Ama yine de detayların peşini bırakmadım:

“Siz de pek gençsiniz. Gelinininiz kaç yaşındaydı?”

“On dokuz”

“Hay allah ne kadar gençmiş. Hasta mıydı?”

“Yok gebelik zehirlenmesi”

“Nasıl ya? Çocuk yapmak için küçük değil miydi yaşı? Biraz daha bekleselermiş keşke”

“Yok ilkinde hiçbir şey olmamıştı. İkinci bebeklerine hamileydi. Ben de on yedimde doğurmuştum oğlumu”

Her soru ve ona verilen her cevap yeni bir soruya geçmişin kapısını aralayan bir yola, zavallı ölmüş bir genç kızın hikâyesinin bir parçasına dönüşüyordu zihnimde. Kendimi parçalanmış bir portreyi yeniden birleştirmeye çalışan çaresiz bir ressam gibi hissediyordum.  Ertesi gün duası okutulacak genç kızın acısını yaşıyordum. Kadının anlattıklarıyla ölmüş bir genç kızın portresini çizmeye çalışıyordum zihnimde. Yüzüne bir ifade oturtmak istiyordum. Mutlu muydu? Tek hayali evlenmek ve çocuk doğurmak olan biri miydi? Nereden denk gelmişti bu kadın. Üstelik benim gibi yıllarını kızlar daha başka hayaller de kurabilsinler diye harcamış birine. Ne kadar çabalarsam çabalıyayım bazı şeyler hiç değişmiyordu.

Telefonum çalıyor. Kocam arayan. Uçurumun dibinde kurtarıcısını bekleyen çaresiz biri gibi “Geldin mi, pazarın başında bekliyorum seni” diyorum. İçimden daha çok soru çıkar, yanımdaki kadın da anlatır durur biliyorum. İşiteceklerimden korkuyorum. Telefonu ceketimin cebine koyup, bank tanışıklığımızla birlikte gelişen sohbeti bir bıçak gibi kestirip atıyorum. Giderken kadın arkamdan sesleniyor: “Sağ ol kardeşim. Tulumba tatlısı ziyan olur ama değil mi? Bak sen de öyle düşündün” diyor. Yapma be kadın gencecik bir yaşam ziyan olmuş tulumba tatlısı ziyan olsa ne yazar demek istiyorum ama neye yarar ki?

“Haklısınız hanımefendi en doğrusu bu. Boşuna ziyan olmasın!”

Dilek Yılmaz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir