İNCE İNCE BİR KAR YAĞAR…

ince ince bir kar yagar

“Buralara kar düşünce ardında garip yapışkan bir çamur bırakır. Siz bizim memlekettekini görecektiniz. Bembeyaz pambuk gibiydi. Bir yağdı mı aylarca kalkmaz. Üstelik adam boyunu bulurdu.”

Yokuşun başındaki binanın üçüncü zilini çaldı Havva. Birbirinin aynı, bakımlı binalar sokak boyunca sıra sıra üniformalı askerler gibi dizilmişti. Soğuktan üşümüş, titrek, incecik parmağını kısacık bir an tuttu zilin üstünde. Biraz bekledi ama açılmadı. Duymamış olmalıydı. Aynı çekingenlikle tekrar bastı zile. Koca demir kapı bu kez tepki verdi, zangırdayarak açıldı. Havva sırtında okul çantası dersten çıkmış da evine dönermiş gibi, usulca aralıktan içeri süzüldü. Ardında çamur deryası bırakan ve sadece bir gün kar yağdırıp tüm çocukları kandıran kışa inat ne başında şapkası ne de incecik titrek parmaklarını koruyacak eldiveni vardı. Kapıyı ardından örttü. Apartman boşluğunda tiz bir ses yankılandı: “Kim o?” Havva aynı boşluğa seslendi: “Benim teyze. Cemile’nin kızı. Annem bugün de gelemedi.” Gelememişti ya nasıl gelsin? Ağrıdan kıvranıyordu. Ama hastaneye de gidemiyordu. Babası yoldan dönecek ki gidecekler. Oysa gideli daha üç gün oldu. Oralar buralara da benzemez yollar kardan kapanır. Annesinin adını anınca onun evde, karyolanın üstünde, yorganı başına çekmiş, yüzünü buz kesmiş duvara dönmüş sessiz inleyişleri geldi aklına. İçi cız etti. Keşke, dedi, keşke bir şeyler yapabilsem. Annesine de demişti bunu. İlk hastalandığında, babasıyla birlikte gittikleri doktordan döndükleri gün. Tıpkı annesinin onlara söylediği gibi “Canımdan can alsam da size versem” dediği gibi. Ne o gün ne de sonraki günler annesi anlatmamıştı neyi var, kaç vakte iyileşir, bu hastalık ameliyatlık bir şey midir yoksa böyle bekledikçe, inledikçe kendiliğinden mi geçer? Sadece bir dua gibi başını gökyüzüne kaldırıp “İyi olacağım” demişti. Sonra da Havva’ya dönüp “Ne demek bir şeyler edebilsem? Sen elinden gelenden de fazlasını yapıyorsun ya gülüm”

Yalan değildi, gerçekten de yapıyordu. Şimdi olduğu gibi annesinin işlerine gidiyordu. Bazen eve, bazen böyle merdiven silmeye. Dönünce yemeği ocağa koyuyor, etrafı topluyor, ikizlerin derslerine yardım ediyor, birikmiş çamaşırları yıkıyordu. Ama çamaşırları her güne yetiştiremiyordu. Gücü kalmıyordu. Onları anca hafta da bir, çamaşır çok olduğundaysa iki kez yıkıyordu. O yüzden böyle işe geldiğinde giydiği iş kıyafetleri farklıydı. Çalışırken çok terliyordu. Eve varınca onları dışarı asıyor, havalandırıyor ertesi gün işe gittiğinde bir daha giyiyordu. Tıpkı üniformalı işçiler gibiydi. Sırtındaki çantayı açtı içinden pantolonun üstüne geçireceği çiçekli şalvarı, yer yer çamaşır suyu lekesi olmuş eski penyeyi ve yazmayı çıkardı. Bunlar annesinindi. Yaşı küçüktü ama boyu büyüktü Havva’nın, şimdiden annesine yetişmişti. Soğuğa aldırmadan kuytu bir köşeye geçip usul usul giyinmeye başladı. Boşluktaki ses yine duyuldu: “Annen nasıl oldu yavrum?” “Aynı,” dedi. Keşke başka bir şey diyebilseydi. İyileşti mesela. Ama o zaman burada olmazdı ki. Okulda olurdu. Ne çok özlemişti. Diğerleri gibi değildi, bir gün bile şikâyet etmeden giderdi. Ne kar ne kış, ne de cıvıl cıvıl bahar havaları aklını başından almazdı. Onu en çok mutlu eden şey kitaplardı. Gelecek için kurduğu hayallerdi. Annesinin hastalığını biliyordu herkes. Arkadaşları hiç söylememişti ama birkaç öğretmeni annesinin işlerine gittiğini de biliyordu. Mazeret izinlerinin sonu gelmişti. Ya devamsızlıktan sınıfta kalırsam diye düşündü. Öyle ya bu gidişle sınıfta kalacaktı. İş sadece sınavlara kalsa hepsini verirdi de, bir de derse devam zorunluluğu vardı. İçini hüzün kapladı şimdi okul çok uzakta kalmıştı. “Ya okuyamazsam?” Durup dururken baldırına hızla bir çimdik attı. Ne demekti o? Hele bir annem iyi olsun da okurum elbet…

“Ben kovaya suyu, deterjanı koyup kapının önüne bırakıyorum. Bir ihtiyacın olursa kapıyı çalarsın” Başına yazmasını bağladı, üstünden çıkardığı kıyafetleri sırt çantasına koydu, süpürgeyle faraşı aldı bu kez hızla işe koyuldu. En çok kızdığı şeyi yapmıştı yine boş düşüncelere dalmıştı. Oysa yapacak çok işi vardı. Çantasını demir kapının üstüne asıp merdivenlere yöneldiğinde içinden kayıp yere düşen kitabı fark etmedi. Kapağında “Fareler ve İnsanlar” yazıyordu.

Beş katlı apartmanın en üst katındaydı. Annesi hastalanıp da işe ilk gideceği gün ona “en üstten başlarsın. Önce iyice süpürerek aşağıya inersin, sonra da aynı sırayla güzelce silersin. Ayrıca merdiven demirlerini, su sayaçlarını, demir kapıyı da unutma.” demişti. Öyle yapıyordu. Çalışmayı seviyordu. Utanmıyordu. Üstelik gittiği yerlerdeki insanları inceliyordu. Zaten hayalindeki iş için gerekliydi bu. Evet ya, o bir psikolog olacaktı. İnsanları dinlemek, dertlerine çare olmak en büyük hayaliydi. Hele ki çocuklara. O yüzden birine baktığında sanki onun içini de görecekmiş gibi bakardı. Söylediği sözden, sesinin tonundan, bakışlarından onu daha iyi anlamak isterdi.  

Bu binanın en üst katında tek başına genç bir kadın yaşıyordu. Hiç konuşmamışlardı sadece birkaç kez selamlaşmışlardı. Güzel, genç bir kadın. İlerde olmak istediği kişi kanlanmış, canlanmış karşısına dikilmişti sanki. Kapısının önü hep derli toplu olurdu. Onun altında iki çocuklu bir aile vardı. Çocuklarla birkaç kez karşılaşmıştı. Biri onun yaşlarında diğeri daha küçüktü, yüzüne bile bakmadan geçmişlerdi. Belki annesiyle karıştırmışlardı Havva’yı. Ayakkabıları hep karmakarışık, üst üste yığılmış dururdu. Arada kapının önünde çöp poşeti ve ondan süzülmüş çöp suyu da cabası. Oraları toparlayıp düzenlerken, ayakkabıları üst üste koyarken ara sıra pabuçların ne kadar güzel olduklarını düşünürdü. Kendisinin de olsun diye değil ama okuldaki çoğu arkadaşında da bu marka ayakkabılardan vardı, oradan bilirdi. O gün de yine bu kapının önünü bir güzel topladı. Çöpü aşağıya kapının önündeki kutusuna attı, ayakkabıları dizdi. Tam süpürgeyi vurmuştu ki kapı açıldı. Ağzında incecik bir sigarayla evin annesi çıktı. Hiç gülmezdi bu kadın. “Cemile yine mi yok?” Ne desin bilemedi Havva. Bir suçlu gibi ince bedenini titreme aldı. Sanki suçüstü yakalanmıştı. Oysa o güzel ayakkabılara hiçbir şey yapmamıştı. “Yok olmaz böyle ama. Bak geçen seferde iyi süpürüp silmemiştin, sonra ben bir daha geçiyorum üstünden. Şu paspası da kaldır altını sil!” Havva’nın cevabını beklemeden kapıyı yüzüne çarptı. Boşlukta kadının sözleri yankılanarak çoğaldı, çoğaldı, çoğaldı. Sanki bütün mahalle, bütün şehir duymuştu. Havva kendine kızdı. Eğer öyle donup kalmasaydı “Ben yaptığım hiçbir işi baştan savma yapmam” diyecekti. Hem öyle yapsa nasıl okul birincisi olurdu. Kapıyı çalmak için elini uzattı, söylemeliydi kendini savunmalıydı. Yapmadı. Gözlerinde biriken yaşı elinin tersiyle iteledi. “Bu hayatta zor insanlar var” derdi babası. Süpürmeye devam etti. O sırada yalnız olmadığını fark etti. Biri tüm konuşulanları duymuştu. Üst kattaki güzel kadın merdivenleri çıkıyordu. Havva utandı. Kadın selam verdi ama bu kez durdu elindeki kitabı uzattı, Fareler ve İnsanlar’ı tutuyordu. “Bu senin olabilir mi? Bu arada kusura bakma daha önce tanışmamıştık ben Şükran? Senin adın ne?”

Şükran onu işi bitince bir çay içimi evine davet etmişti. Normalde olsa gitmezdi. Ama gelecekteki Havva’yı görüyordu ya Şükran’dan çekinmedi. Gitti. Üstelik o da tıpkı kendisi gibi insanın içine içine bakıyordu. Sanki anlatmadan her şeyi anlıyordu. Evi harikaydı. Havva’nın hayalindeki gibi. Çok büyük değildi ama küçük de değildi. En güzeli de bir duvar boydan boya kitaplıktı, küçük bir kütüphane karşısında duruyordu. “Kaç yaşındasın” dedi Şükran. “On dört.” Üniversiteden konuştular, hayallerden, hayatta her şeyin mümkün olduğundan.  Şükran’ın üniversitede hoca olduğunu öğrenince Havva kanatlandı. Üstelik evden çıkarken ödünç verdiği kitaplarla daha da çok mutlu oldu. “Okudukça alırsın. Merak ettiğin ne olursa da sormaktan çekinme” demişti. Havva eve dönerken sabaha kadar olsa çalışmaya hazırdı. İster ev işine ister merdiven silmeye ne iş olsa yapmaya hazırdı. İçi öyle bir coşkuyla öyle bir enerjiyle dolmuştu ki kimse onu durduramazdı. İçinden şarkılar söyleyerek geldi eve. Garip bir şeyler vardı. Hiç bu kadar ayakkabıyı bir arada görmemişti. Onlarcası üst üste yığılmıştı. Müzik birden sustu. Aklına tek bir şey geliyordu, annesi. Çığlığını boğazında hapsederek koştu içeriye. Yok, annesi her zamanki yerindeydi. Yatağın başına toplanmış komşu kadınlardan başka hiçbir değişiklik yoktu evde. Ama neden herkes ağlamaklı anlamadı. Annesi onu kapıda görünce yanına çağırdı, ikizleri de öbür yanına oturtmuştu. Anlamaya çalışarak baktı. “Baban…” dedi, söylenemeyen sözler boşlukta yankılandı.

Bir zaman sonra komşular teker teker gittiler.  Havva ortalığı toplamak için kalktı, sırt çantasını açtı, iş elbiselerini havalanmaları için kapının önündeki ipe serdi. Geri geldiğinde çantanın içinde Şükran’nın verdiği kitapları gördü, hiç dokunmadı, çantayı kapadı, karyolanın altına itti. Bir haftadır çamaşırları yıkamamıştı. Bugün artık yıkamalıydı. Ocağın üstüne büyükçe bir tencereyle su koymak için mutfağa geçti. İçeriye annesinin yatağında sarmaş dolaş olmuş uyuyan ikizlere, sırtını duvara vermiş ağlayan annesine baktı. Kar bu kez daha güçlü yağıyordu.

YAZAN: DİLEK YILMAZ

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir