OTOMATİK PORTAKAL – KÖTÜLÜK KAHRAMANLAŞTIRILABİLİR Mİ?

otomatik portakal

Kitap kulübümüzün Kasım ayı romanı Otomatik Portakal ‘dı. Üzerine çok şey konuşulmuş belki ünlü yönetmen Stanley Kubrick‘in çektiği filmiyle daha da fazla dikkat çekmiş bir eser. Ancak her açıdan üzerinde saatlerce konuşulmaya eğer bir kurgusal eser.

Otomatik Portakal‘ın yazırı Anthony Burgess ‘in hayat hikayesi zaten başlı başına bir kader kurgusu içeriyor. Şöyle ki: Burgess, besteci ve eleştirmen aynı zamanda, 1959 yılında ameliyat edilmesi imkansız bir beyin tümörü tanısıyla karşı karşıya kalıyor. Ömrümün sadece bir yıl ile sınırlı olduğu o da en iyi ihtimal, söyleniyor. Yazar gitmeden evvel karısı Lynee’in kendisinden sonra hayatını sürdürebilmesi için kitap yazmaya karar veriyor ve bu bir yıl içinde beş buçuk roman yazıyor. Ancak gelin görün ki kendisine konulan teşhisin yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Ardından eserleri çok satara dönüşüyor. Hayat hikayesinin bir üzücü tarafını daha kitap kulübü söyleşimiz sırasında yazar hakkında araştırma yapan bir arkadaşımdan öğreniyorum: Otomatik Portakal’da geçen çok iğrenç bir tecavüz sahnesi var. Yazarın eşi Lynee ikinci dünya savaşı sırasında benzer bir olayı yaşıyor. Anlayacağınız Burgess’in hayatı da bir roman.

Yazar, aynı zamanda besteci olması nedeniyle Otomatik Portakal’ın kurgusu içinde okuma boyunca alttan duyduğunuz tüm müziklerin edebi gücünü de oluşturuyor. Müzikle düşünen bir anti kahraman oluşturuyor.

Ben, ki sayfa benim kişisel görüşlerimi rahatlıkla söyleyebilme hakkı tanıdığı için, filmi kitap kadar başarılı bulmadığımı söylemeliyim. Elbette sinematografik açıdan işin uzmanları daha doğru değerlendirmeler yapacaktır ancak bir izleyici ve okuyucu olarak görüşüm romanın çok daha başarılı olduğudur. Bu genel düşüncemin yanısıra filmin görsel yönden güçlü olduğunu da söylemeliyim. Tam benim hayal ettiğim gibi olmasada distografik bu dünyadaki evlerin dekoru; renkler, tablolar, yerleşim ile süt barının dekoru, ana karakterin makyajı unutulmaz bir görsellik sunuyor, kabul ediyorum. Ama çoğu zaman iyi romanlar aynı ölçüde başarılı uyarlamaları yapılamıyor görüşündeyim.

Romanın konusu çoğu kişi biliyordur ama bilmeyenler için şöyle çok kısa bir özet vermek gerekirse: Hikaye günümüzden farklı bir zamanda geçiyor. Farklı bir dünya düzeni var. Kaos hakim. Ama yine de günümüzle çok benzeşen yönleri var. Örneğin işçi sınıfı ezilmeye devam ediyor.

Biz işçiyiz, biz ameliyiz.
Para pul neyimize.
Biz çalışır, ter dökeriz
Bağlıyız gönülden düzenimize!
Bu marşı hükümetin buyruğla her sabah evden ise giderken söylerlerdi.
“syf.120

Zenginler ayrı dünyalarında yaşarken fakirler kendilerine ayrılmış alanlarda sorgulamadan çalışmak durumundalar. Anti kahramanımız Alex bir çete lideri. Aslında daha lise öğrencisi ama kendisinden yaşça büyük üç arkadaşıyla birlikte inanılmaz kötülükler yapıyor. Bunlar tecavüz, adam öldürme, soygun gibi şeyler. Ve bunları yaparken oldukça da mutlu. Aslında tüm bunları canı sıkıldığı için yapıyor:

O gunlerin üzüntüsü hâlâ anımsıyorum. Kavga edecek, direnecek, karşı koyacak hiç ama hiçbir şey yoktu. Herşey kolay, özgürlük bol…
Gece de bir türlü yaslanmak bilmiyor. Hâlâ emekliyor, yelkovanla akrep de ilerlemiyor…
” syf.12

Ancak zamanla grup içinde liderli sorgulanır hale geliyor ve bir olayda arkadaşları tarafından yüzüstü bırakılıyor. Sonuçta düzen onu hapse yolluyor. Ancak yine düzen onu inanılmaz yöntemlerle iyi bir insana dönüştürmek üzere denek olarak kullanmaya karar veriyor. O da gönüllü oluyor. Ancak öyle bir insana dönüşüyor ki daha önce zevk aldığı şeyler artık ona acı veriyor.

Sonuna dair henüz okumamış olanlar için bir şey söylemek istemiyorum. Bence biraz zorlasa da mutlaka okunması gereken bir roman. Bu arada kitaba özel çok güzel bir şey oldu. Kitap kulübümüzden sevgili arkadaşımız, ablamız Özden Kanca bize yazarın New Yorker dergisine 2012 yılında yazdığı metni türkçeleştirdi. Ben de onun izniyle burada metnin tamamına yer veriyorum. Yazarın eseri hakkında değerlendirmesini ve nasıl bir toplumsal durum karşısında böyle bir eserin ortaya çıktığına dair görüşlerini bulacaksınız. Keyifli okumalar dilerim.

The New Yorker Dergisi/ 4 -11 Haziran 2012 sayısı

Clockwork (Otomatik/mekanik) olma durumu

Yazar 1973’te, en ünlü kitabı hakkında yorumlarda bulunuyor.

Yazan: Anthony Burgess

28 Mayıs 2012

Mesleğim, roman yazarlığı. Her yerde saygın bir meslek olarak kabul edilmese de, zararsız bir meslek olduğunu düşünüyorum. Romancılar karakterlerini müstehcen bir dille konuşturur, onları cinsel birleşme yaparken ve  ya da tuvaletlerini yaparken  gösterirler. Dahası bu meslek, bir marangoz ya da pastacınınki kadar  işe yarar bir meslek değildir. Romancı, sizin için zamanı bir yararlı eylemle diğeri arasında geçirir;  yaşamın ciddi dokusunda ortaya çıkan boşlukları doldurmaya yardımcı olur. O sadece bir şovmen, bir tür palyaçodur. Taklit eder, grotesk jestler yapar, acınası ya da komiktir ve bazen aynı anda her ikisini de barındırır, renkli toplar gibi havada dönen sözcükler gönderir.

 Kelimeleri nasıl kullandığı  çok da ciddiye alınmamalıdır. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı kelimeleri kullanır, doktor,  oto tamircisi, ordu generali veya filozof  kelimeler kullanır ve bu sözler gerçek dünya ile ilgilidir, bu dünyada vergiler alınır ve vergiler kaçırılır, arabaların çalıştırılması, hastalıkların tedavi edilmesi gerekir, büyük düşüncelere varılır  ve mutlak savaşlara girilir.  Olay örgüsü veya karakter yaratıcılarından hiçbiri, ne kadar büyük olursa olsun ciddi bir düşünür olarak ele alınmamalıdır  – Shakespeare bile. Aslında, yaratıcı yazarın gerçekte ne düşündüğünü bilmek, sahnelerinin ve karakterlerinin arkasına gizlendiği için zordur. Ve karakterler düşünmeye ve düşüncelerini ifade etmeye başladıklarında, bunların  mutlaka yazarın kendi düşünceleri olması şart değildir. Macbeth bir şey düşünür ve Macduff buna taban tabana zıt bir şey düşünür;  Kralın fikirleri Hamlet’inkiler  değildir. Trajik oyun yazarı bile yıpranmış bir trombona hüzünlü bir melodi üfleyen bir palyaço olarak kalır. Ve sonra trajik ruh hali sona erer ve bir soytarı haline gelir, ortalıkta takla atar ve ellerinin üzerinde yürür. Ciddiye alınacak bir şey değildir.

 Ancak bazen, benim gibi sadece bir şovmen olan biri de isteği dışında, “ciddi” düşünce alanına çekiliverir. Derin konular hakkında kendi görüşlerini ifade etmek zorunluluğunu hisseder. Bu dürtünün sebebi, romanlarından birine halkın ani ilgisi olabilir – anlamını derinlemesine düşünmeden, kira ödemeye yarasın diye yazdığı, kendisi tarafından öngörülemeyen bir önem kazanan bir kitap. Ya da, gerçek dünyada meydana gelen bir şeye ilişkin kontrol edilemez bir endişe veya öfke nedeni ile, yazar – utanarak – her zamankinden daha az eğlendirici, daha çok bir vaaz gibi hitabi ya da didaktik bir beyanda bulunmuş olabilir – ki bu tür şeyleri üretmek aslında romancının işi değildir. Şimdi daha önce yazdıklarımdan oldukça farklı bir kitap yazıyorum ve yazma nedenim kamuoyunun romanlarıma, romanlarımdan biri kullanılarak yapılan bir filme olduğundan daha az ilgi göstermesi.

Hem roman, hem de film aynı adı taşıyor, “Otomatik Portakal”. Kitabı ilk kez 1962’de yayınladım ve o yıldan beri Atlantik’in her iki yakasında da kitabın basımına devam edilecek kadar okuyucusu oldu. Ancak ben düzeltmeleri yaptıktan on yıl sonra, Stanley Kubrick’in kitaba oldukça yakın film uyarlaması sayesinde başlığı ve içeriği yalnızca binlerce kişi değil, milyonlarca kişi tarafından tanındı. Kendimi hem kitabın hem de filmin gerçek anlamını Amerika’daki tüm kamusal medyada ve Avrupa’daki bazı medyada açıklamaya çağırılırken buldum, ve açıklamam aşağı yukarı aşağıdaki gibi oldu.

Önce, başlık. “Mekanik/otomatik  portakal kadar tuhaf” ifadesini ilk kez İkinci Dünya Savaşı’ndan önce bir Londra barında duydum. Bu eski bir Cockney argo cümlesidir, doğayı tersyüz edecek kadar aşırı bir tuhaflık ya da deliliği ima eder, çünkü herhangi bir kavram otomatik bir portakaldan daha garip olabilir mi? Görüntü bana sadece fantastik değil, aynı zamanda belirsiz bir şekilde anlamlı, gerçeküstü, ama aynı zamanda müstehcen bir şekilde gerçek olarak çekici geldi. Bir organizmanın bir mekanizma ile, yaşayan, büyüyen, tatlı, sulu bir şeyin, soğuk, ölü bir nesne ile zorla birleştirilmesi – bu yalnızca kabuslara özgü bir kavram mıdır? Bu görüntünün yirminci yüzyıl yaşamıyla olan ilişkisini, 1961’de çocuk suçluluğunun tedavisi üzerine bir roman yazmaya başladığımda keşfettim. Suç dürtüsünü tiksinti/kaçınma terapisi yoluyla ortadan kaldırmanın iyi bir fikir olacağını bir yerlerde okumuştum;  dehşete düştüm.  Kısa bir kurmacada bu fikrin sonuçları üzerinde  çalışmaya başladım. “Otomatik Portakal” başlığı kendisini kitaba eklemeyi bekliyordu: olası tek isim buydu. 

Hem kitabın hem de filmin kahramanı Alex adında genç bir haydut. Ona bu ismi uluslararası karakteri (Chuck veya Butch adında İngiliz veya Rus bir çocuk olamaz) ve aynı zamanda ironik çağrışımları nedeniyle verdim. Alex, dünyayı amansızca fetheden Büyük İskender’in komik bir indirgemesi. Ama fethedilene dönüşür – iktidarsız, söyleyecek sözü olmayan biri haline. O kendi başına bir kanun iken (a lex); kanunu veya sözlüğü olmayan bir yaratık haline gelir. Gizli kelime oyunlarının, elbette, İskender/Alexander adının gerçek anlamı olan “erkeklerin savunucusu” ile hiçbir ilgisi yoktur.

 Kitabın ve filmin başında Alex, insanın temel nitelikleri olarak gördüğümüz üç özellik kendisine belki de fazlaca bahşedilmiş biridir. İfade etmekten keyif alır, hatta yeni bir biçimini  yaratır (bu aşamada sözsüz kalmaktan uzaktır); güzelliği sever ve onu herşeyden çok Beethoven’in müziğinde bulur;  agresiftir. Arkadaşlarıyla – müziği pek umursamadıkları için ondan daha az insan sayılırlar- geceleri büyük bir şehrin sokaklarını terörize ederler. Bu şehir herhangi bir yerde olabilirdi, ama ben onu doğduğum şehir Manchester, Leningrad ve New York’un bir tür bileşimi olarak hayal ettim. Zaman herhangi bir zaman olabilir, ama esasen şu andır. Alex ve arkadaşları soyar, sakat bırakır, tecavüz eder, tahrip eder ve sonunda öldürürler. Genç anti kahraman tutuklanır  ve cezalandırılır, ancak ceza devlet için yeterli değildir. Hapsetme, suç bakımından belirgin bir caydırıcılık  barındırmadığından,  İçişleri Bakanlığı  suç eğilimlerini sonsuza dek ortadan kaldırmak amacı ile sadece iki haftalık garantili bir kaçınma terapisi başlatır. 

Alex, tüm masumiyetiyle “iyileşme” fırsatını memnuniyetle karşılar. Kendi libidosunun yok edilemezliğine inancı o denli kuvvetlidir ki, kendisini devletin davranışçı uzmanlarıyla eşleşmekten daha fazlası olarak görmektedir. Kendisine aşırı mide bulantısına neden olan bir madde enjekte edilir ve şiddetle ilgili filmlerin zorunlu izletilmesiyle mide bulantısının başlangıcı kasıtlı olarak ilişkilendirilir. Kısa süre sonra aşırı hasta hissetmeden şiddeti düşünemez. Sevgi eylemi ona göre yalnızca saldırganlığın bir yönü olduğu için, arzu edilen bir cinsel partnerin görüntüsü bile dayanılmaz mide bulantısına neden olur. Empoze edilmiş bir “iyilik” ile bıçak sırtındadır. Toplum memnundur ve suçsuz bir milenyumu dört gözle beklemektedir.

Ancak ne de olsa insanlar makine değildir ve insan dürtülerini birbirinden ayıran sınırları belirlemek her zaman zordur. Alex’in tedavisi şiddet içerikli filmler izlemek ve mide bulantısı ile uyarılmaktan ibarettir. Bu filmler, “duygusal yükseltici” olarak senfonik müziği kullanmaktadır. Tedavisinin bitmesinden  sonra, ıslah edilmiş suçlu, aşırı hasta hissetmeden Beethoven’ı artık dinleyemeyeceğini keşfeder. Devlet çok ileri gitmiştir: vatandaşla yaptığı antlaşmanın ötesinde bir bölgeye girmiş; büyük müziğin ilettiği cennetvari düzen tasavvurunu, ahlaki olmayan bir iyilik dünyasını kurbanına kapatmıştır . Dokuzuncu Senfoni’nin bir kaydıyla çıldıran Alex intihara teşebbüs eder. Toplumun liberal unsurlarında şok ve merhamet hisleri uyanır ve Alex, onu eski “özgür” durumuna geri döndüren hipnopedik terapiye girer. Yeni ve daha ayrıntılı saldırganlık kalıplarını hayal ederken ondan ayrılırız. Mutlu bir son olması gerekir. 

Söylemeye çalıştığım, bilimsel beyin yıkamayla iyi olmaktansa özgür iradeyle kötü olmanın daha iyi olduğuydu. Alex seçme gücüne sahip olduğunda, yalnızca şiddeti seçmektedir. Ancak,  müziğe olan sevgisinin gösterdiği gibi başka seçim alanları da mevcuttur. Kitabın İngiliz baskısında -Amerika’daki baskıda ve filmde olmasa da- Alex’in büyüdüğünü, eski yaşam tarzına karşı hoşnutsuzluk geliştirdiğini, aşkı bir şiddet biçiminden daha fazlası olarak düşündüğünü, hatta kendini bir koca ve baba olarak öngörebildiğini anlatan  bir son bölüm vardır.  Yol her zaman açıktı; sonunda o yola girmeyi seçer. Ekşi bir portakal iken; şimdi insani makul bir tatlılık ile dolar.

Seçim özgürlüğü gerçekten bu kadar önemli midir? Hatta  insan bunu yapmaya muktedir midir? Ve, “özgürlük” teriminin gerçek bir anlamı var mıdır? Bunlar sormam ve cevaplamaya çalışmam gereken sorulardır. Şimdilik, bireyin özgürlüğünü azaltmak için modern devletin – ister Rusya, ister Çin ya da Anglo-Amerika diyebileceğimiz alan – gücüne ilişkin korkularımı ifade ettiğim için alaya alındığımı ve azarlandığımı belirtmeliyim.  Aldous Huxley’in “Cesur Yeni Dünya” ve George Orwell’in “1984” gibi kitapları ile edebiyat bu güç konusunda uyarıda bulunmuştur, ama yaratıcı yazından pek etkilenmeyen “mantıklı” insanlar bize her zaman endişelenecek çok az şeyimiz olduğunu söylüyor. Nitekim,  B.F. Skinner’ın “Özgürlük ve Haysiyetin Ötesinde” adlı kitabı, “Otomatik Portakal” ilk kez perdede göründüğü sırada, yararlı beyin yıkamanın avantajlarını göstermeye hazır olarak çıktı. Skinner, dünyamızın kötü bir yolda olduğunu söylüyor, savaş sorunları, çevre kirliliği, sivil şiddet, nüfus patlaması. İnsan davranışının değişmesi gereklidir diyor – bu kadarı aşikârdır ve buna itiraz edeceklerin sayısı azdır – ve bunu gerçekleştirmek için bir insan davranışı teknolojisine ihtiyacımız olduğunu söylüyor. İçimizdeki insanı,  kendimizle hesaplaşırken karşılaştığımız insanı, Tanrı ile alakalı gizli varlığı, ruhu ve nihai gerçekliği hesaba katmayabiliriz. İnsana dışardan bakmalı ve  özellikle insan davranışının bir öğesinin diğerine nasıl dönüştüğü üzerinde durmalıyız. Profesör Skinner’ın büyük bir savunucusu olduğu davranışçı açıdan yaklaşım, insanın caydırıcı olan ve olmayan yönlendirmelerle çeşitli eylem türlerine geçtiğini varsayar. Kırbaç korkusu köleyi çalışmaya itmiştir; işten çıkarılma korkusu ücretli- köleyi hala çalışmaya itmektedir. Profesör Skinner’ın kabul etmediği, eyleme geçirme için olumsuz pekiştirmelerden yararlanılmasıdır ; daha çok görmek istediği şey olumlu pekiştirmelerdir. Bir sirk hayvanına  numaraları zulümle değil, iyilikle öğretirsin. (Skinner bilmelidir ki: deneysel çalışmalarının çoğu hayvanlarla olmuştur; hayvan şartlandırmasındaki bazı başarıları oldukça  profesyonel bir sirk düzeyine yaklaşmaktadır.) Doğru pozitif teşvikler verildiğinde – bunlara rasyonel değil, şartlı içgüdülerimiz aracılığıyla yanıt vermekteyiz – hepimiz  daha iyi vatandaşlar haline gelecek, toplumun iyiliğini yürekten isteyen bir devlete itaatkar olacağız. Öyleyse diyor argüman, koşullandırılmaktan korkmamalıyız. Çevreyi ve ırkımızı  kurtarmak için şartlandırılmalıyız. Ama bu doğru türde bir şartlandırma olmalı. 

 Skinner’ın argümanına göre, “Otomatik Portakal” kahramanını saldırganlık dışı kusan bir örneğe dönüştüren, yanlış türden şartlandırmadır. Her türlü koşullandırmanın yanlış olduğunu düşünmem, sanırım, içinde yetiştirildiğim dini geleneğin gücü ile açıklanmalıdır. Tabiri caizse bununla şartlandırıldım, ama mantığım, içimde hissettiğim inançları onayladı. Ailem, eskiden Katolik inancının kalesi olan kuzeydeki bölge, Lancashire’dan geliyor. İngiltere’yi bugünkü durumuna getiren Protestan Reformu, Lancashire’a asla tam olarak ulaşmadı ya da ulaştı ise bile, Tudorların kanlı dayatmalarını izleyen daha hoşgörülü dönemlerin barışçıl nüfuzları ile, nazik ve makul bir şekilde ulaştı. Cromwell zamanında gelişen ve yeni bir burjuva tüccar ırkını besleyen Protestanlık türü Kalvinist idi. Onun doktrinsel özü alın yazısı/takdiri ilahi idi. İnsan kurtuluşunu dileyemezdi; onun gelecekteki durumu Tanrı tarafından zaten önceden belirlenmişti.

 Katoliklik, bazı insanları gelişi güzel Cennete, bazılarını da – oldukça keyfi olarak – Cehenneme gönderen bir doktrini reddeder. Katolik teoloji, gelecekteki mekanınızın sizin ellerinizde olduğunu söylüyor. Günah işlemek istiyorsanız, sizi günah işlemekten alıkoyacak hiçbir şey yoktur; aynı zamanda kurtuluşunuzu güvence altına alacak ilahi lütuf kanallarına ulaşmanızı engelleyecek bir şey de yoktur. İki karşıt öğretinin – özgür irade ve kader doktrininin – aynı dini inanç içinde var olabileceği gerçeğinin biraz açıklanması gerekiyor. İlk ​​olarak, Tanrı’nın her şeyi bildiği gerçeği var. Tanrı herşeyi biliyorsa, lanetleneceğimi mi, kurtulacağımı da bilir: nihai mekanım, tabiri caizse, zamanın en başından beri bana ayrılmıştır. Ancak  Tanrı insana özgür seçme gücü veriyorsa, insanın bu güçle ne yapacağına dair bilgisini Tanrının kasıtlı olarak görmezden geldiği düşünülebilir. Her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Tanrı, insana karşı sevgisinin bir göstergesi olarak hem Kendi gücünü hem de Kendi bilgisini sınırlamaktadır. 

Sean O’Faolain otobiyografisinde, Manhattan’da bir taksi yolculuğundan bir gün önce,- aniden büyülü ya da mucizevi bir kavrayış parıltısıyla – insanın özgür iradesini Tanrı’nın mutlak bilgisiyle bağdaştıramadığının farkına varır. O’Faolain bunu kendi kendine şöyle ifade etmiştir: İnsanın herhangi bir eylemi, gerçekleştirilinceye kadar özgür bir eylem olarak kalmaktadır. Bir kez icra edildiğinde, Tanrı’nın istemiş olduğu bir şey olmaktadır. O ve taksi şoförü bu keşif ile sarhoş olmuşlar. 

Ancak Kalvinistler, kader belirleme kampanyalarını desteklemek için her zaman çok ağır bir silaha sahip olmuşlardır. Özgür irade ordusunda Düşüş silahını hedeflerler. Adem itaatsizliğin ilk günahı ile düştü; o günahın suçunu tüm soyundan gelenlere iletti. İnsanlar günaha yatkındırlar;  özgür yaratıklar değillerdir. Buna verilecek ortodoks cevap, elbette ki İsa Mesih’in insanları özgür kılmak amacı ile öldüğüdür, ancak Kalvinizm tuhaf bir biçimde bu gerçekle mutlu görünmüyor. Kalvinistler tarafından inşa edilen teokrasiler, şehir devletleri veya kendi seçtikleri kutsal adamlar tarafından yönetilen tüm milletler topluluğu, her zaman bir tür yağışlı hava kasvetiyle karakterize edilmiştir. Cotton Mather’in Massachusetts’ine, John Calvin’in Cenevre’sine bakın. Onlara göre, insanların kendi kaderlerini belirlemelerine izin vermek Katolik ahlaksızlığının bir işaretiydi. İnsanlar günahkardır, insanlar günahtan kaçamayacaklardır  (neden kaçınsınlar ki, ne yaparlarsa yapsınlar  zaten Cehennem ya da Cennete gidecekleri önceden belirlenmiş değil midir?), insanın iyi yaratılmış olması gerekir.  Dahası, kadınlar hain Havva’nın kızlarıdır. Kalvinizm olumsuz pekiştirmelerle doludur.

Burada amacım temel teoloji öğretmek değil ve çağdaş dünyaya, miras kalan bir inanç penceresinden bakma gibi bir niyetim de kesinlikle yok. Sadece sorunlarımıza seküler bir yaklaşımda teolojiden ödünç aldığımız belirli terimlerin geçerliliği olduğunu göstermeye çalışıyorum. Dini inancının kırk yıldır sarsıldığı bir kişi olarak, savaşı durdurmak ve kirli nehirleri yeniden canlandırmak için Tanrı’ya geri dönmemiz gerektiğini vaaz etsem ikiyüzlülük  olur. Söylemek istediğim şey, dinin ve felsefe, psikoloji ve sosyoloji gibi seküler ya da insan merkezli disiplinlerin ortak bir şeye sahip oldukları ve bunun, insanın mutsuzluğunun kalıcı olduğu gerçeğine yönelik farkındalık olduğudur. Ve görünüşe göre antik kökene ait belirli kelimelerin – “iyi”, “kötü”, “özgür irade”, hatta “ilk günah/Adem ile Havva’dan gelen günah”  gibi, sadece insana Tanrı merkezli bir yaklaşımdan kaynaklandıkları için sözde bilimsel bir terminoloji ile değiştirilmelerinin gerekli olmadığıdır. 

Robert Browning’in şiirinde piskopos Blougram, “Satranç tahtasına beyaz derdik – ona siyah diyoruz” diyor. Başka bir deyişle, insan hayatına iyimser bir bakış açısı, kötümser bir bakış açısı kadar geçerlidir. Ama kimin hayatını kastediyoruz – tüm ırkın hayatını mı yoksa onun her birimizin “ben/kendim” dediği önemsiz parçasının hayatını mı? Sanırım ben insanlık konusunda iyimserim: insan ırkının hayatta kalacağını düşünüyorum – ne kadar yavaş ya da acı verici bir şekilde olsa da – büyük sorunlarını sırf onların farkında olduğu için çözecek. Bana gelince, tek söyleyebileceğim, yaşlanıyorum, görüşüm bulanıklaşıyor, dişlerim her zaman bakıma ihtiyaç duyuyor, bir zamanlar yaptığım kadar yiyip içemiyorum, gittikçe daha fazla sıkılıyorum. İsimleri hatırlayamıyorum, aklım yavaş çalışıyor, gençlere karşı kıskançlık krizleri ve kaçınılmaz çürümeme karşı kızgınlık yaşıyorum. Kişisel hayatta kalma konusunda yakıcı bir inanç hissetseydim, bu yaşlanma kasveti büyük ölçüde hafifleyebilirdi. Ama bu inancı yitirdim ve tekrar canlandırmam  pek olası değil. Bazen anında yok olma arzusu duyuyorum, ama hayatta kalma dürtüsü her zaman onu takip ediyor. Teselliler var – aşk, edebiyat, müzik, zamanımın çoğunu geçirdiğim güney şehrinin renkli hayatı – ama bunlar çok düzensiz. Daha büyük ve daha kalıcı bir teselli var – istediğimi yazmakta özgür olmam, saati izlemek zorunda olmamam, hiçbir adama “efendim” demek zorunda olmamam ve statüsünden dolayı ondan korkmamam. Ancak böyle bir özgürlük kendi pişmanlıklarını yaratıyor: Çalışmazsam kendimi suçlu hissediyorum; Ben kendi kendimin tiranıyım. Şu anda sahip olduğum şeyler, gençken en çok ihtiyacım olan şeylerdi. Goethe’nin şu sözünü hatırlıyorum: “Gençlikte herhangi bir şey dilemekten sakının, çünkü orta yaşta alacaksınız.” 

Çoğu kişiden daha iyi durumda olduğumu kabul ediyorum, ancak kendimi seçmedikleri hayatların kölesi olan kadın ve erkeklerin ve nefret ettikleri toplulukların müdavimlerinin başına bela olan acı ve kaygıdan kurtulmuş olarak görmüyorum. Özellikle büyük sanayi ve ticaret şehirlerinde yaşayanları düşünüyorum – New York, Londra, Bombay, benim kendi Manchester’ım. “Yüzünün teriyle ekmeğini kazanacaksın”: Yaratılış Kitabı bunu en iyi şekilde ifade ediyor. Karmaşık bir toplumun idame ettirilmesi, giderek artan bir şekilde rutin çalışmaya, zevksiz/şevksiz ve yaratıcı olmayan çalışmaya bağlıdır. Yediğimiz şeyler, giydiğimiz kıyafetler, yaşadığımız yerler giderek daha standart hale gelmektedir çünkü ödeyebileceğimiz fiyatlar için ödediğimiz bedel standardizasyondur. Hayat çoğumuz için Woolworth’un çalar saati gibi akıp gider. Yaşamı sürdürme  ihtiyacımızın bize dayattığı ritme alıştık: yakında esaretimizden hoşlanır olacağız.

George Orwell’in “1984” teki süper devletinin sloganlarından biri “Özgürlük köleliktir” dir. Bu, birçok insan için kendi seçimlerini yapma yükünün katlanılmaz olduğu anlamında alınabilir. Kendisi için karar vermenin gerekliliğine bağlı olmak, kişinin kendi iradesine köle olmasıdır. Yirmi iki yaşında İngiliz Ordusu’na katıldığım zamanı hatırlıyorum. İlk başta, disipline, hatta asgari özgürlüğün bile ortadan kaldırılmasına kızmıştım (örneğin, kişinin ne zaman ve ne yiyeceğini seçme hakkı, tuvalete gitme hakkının bağırsaklara değil borazana bağlı olması gibi). Kısa süre sonra bir mekanizma durumuna indirgenmiş olmam beni memnun etmeye, yatıştırmaya başladı. Bölükten biri, tüm bölükle birlikte emirlere uyan, soru sorması veya emirleri sorgulaması yasak olan biri – dört yıllık zorlu akademik yaşamın ardından, seçim yapma gereksiniminden muaf keyifli bir tatil geçiriyordum her an. Böyle geçen altı yılın ardından, nerede yemek yemeli, kime oy vermeli, ne giymeli gibi kendi kararlarını vermekten mutsuz olan sivile sempati duyabilirim. Kişiye söylenmesi daha kolay : Hale için – yüzde doksan daha az katran; bu romanı okuyun -en çok satanlar listesinde yetmiş beş hafta kaldı; o filmi görmeyin, gösterişli[/cafcaflı/entel dantel]. 

Belki de çalışma hayatlarımızda aşırı bireyselliğe çok az yer varken sosyal yaşamda benzerlik için söylenecek bir şey vardır: Akşamları Spinoza konusunda uzman olmak ve günün geri kalanında bir makinist olmak sancılıdır. Ve sosyal makyajımızda uyum sağlamayı istememize neden olan bir şey var. Uyumluluğa karşı isyankar olanlar bile kendilerine ait bir uyumluluk örneği edinirler – örneğin, uzun saç, sakal, pamuklu kumaş, boncuk veya muskadan oluşan bir  üniforma, esrara ve gitarda protesto şarkılarına yönelik değişmez bir tercih. Bir insan, kendisini ve ailesini beslemek için belirli bir çalışma modeline uymak zorundadır; bir erkek sosyal zevklerine uymayı zevkli veya doğal veya münasip bulabilir. Ancak uygunluk kalıpları devlet tarafından empoze edildiğinde, kişinin korkmaya hakkı vardır. Ne yazık ki, renkli bir üniformaya, bir bayrağa, bir slogana, serbest konuşma özgürlüğüne yapılan bir susturmaya yol açan siyasi uyum, siyaset dışındaki alanlarda da intibaka yönelme eğilimindedir.

Muhtemelen Beethoven’ı sevmek veya Coca-Cola’dan nefret etmek gibi bir görevimiz yok, ama en azından devlete güvenmemek gibi bir görevimiz olduğu akla uygun. Thoreau sivil itaatsizlik görevi hakkında yazdı; Whitman, “Çok diren, az itaat et” dedi. Bu liberaller ve diğer birçokları açısından itaatsizlik kendi başına iyi bir şeydir. Küçük sosyal oluşumlarda – İngiliz cemaatleri, İsviçre kantonları – yöneten makine bazen yönetilen toplulukla özdeşleştirilebilir. Ancak sosyal varlık büyüyerek, bir megakent[megalopolis/kentler topluluğu], bir devlet, bir federasyon haline geldiğinde, yönetim makinesi mesafeli, kişisel olmayan ve hatta insanlık dışı hale gelir. Zorunlu olarak görmediğimiz amaçlar için bizden para alır; bizi soyut istatistikler olarak ele alır; bir orduyu kontrol eder; işlevi her zaman koruyucu görünmeyen bir polis gücünü destekler.

Bu elbette önyargılı bir saçmalık olarak değerlendirilebilecek bir genellemedir. Ben şahsen politikacılara veya devlet adamlarına güvenmiyorum – çok az yazar ve sanatçı güvenir – ve insanların siyasete başka bir şeye az yetenekleri olması gibi olumsuz bir neden ve gücün her zaman tatlı olması gibi olumlu bir neden yüzünden girdiklerini düşünüyorum. Buna karşı şu gerçek de belirtilmelidir ki, hükümet toplumu korumak için sağlıklı yasalar yapar ve büyük uluslararası dünyada geleneklerimizin ve amaçlarımızın sesi olabilir. Ancak kendi yüzyılımızda kabuslarımızın çoğunun sorumlusunun  devlet olduğu da gerçektir. Tek bir birey ya da özgür bireylerden oluşan bir teşekkül Nazi Almanyası’nın baskıcı tekniklerini, yoğun bombalamalarla yapılan  katliamları veya atom bombasını asla gerçekleştiremezdi.  Savaş/savunma bakanlıkları  milyonları öldürme hesapları yapabilir, bu sıradan insanın patronu öldürme hayalleri ile eğlenmesi ile eşdeğerdir. İster totaliter ister demokratik bir ülkede olsun, modern devletin çok fazla gücü var ve ondan korkmakta haklıyız. Çağımızın kâbus kitaplarının yeni Drakulalar ve Frankensteinlar hakkında değil, distopya denebilecek şeylerle ilgili olması önemlidir – hayali bir dev hükümetin insan hayatını aşırı bir sefalet batağına çevirdiği tersyüz edilmiş ütopyalar. Neden göz ardı edildiği merak uyandıran bir roman olan “Burada Olmaz” da Sinclair Lewis, faşistleşen bir Amerika’yı sunar ve faşizmin niteliği elmalı turta kadar Amerikalıdır. Esprili ve basit, Will Rogers benzeri Başkan, Jeffersoncu iyimserlerin yarattığı bir anayasanın hükümlerini, düşünmeyen çoğunluğa ilk bakışta basit bir sağduyu gibi görünen bir despotizm yaratmak için kullanır. Uzun saçlı entelektüellerin ve cırtlak anarşistlerin ezilmesi, gerçekte liberal düşüncenin bastırılması (Amerikan Anayasası uzun saçlı entelektüellerin eseriydi) ve siyasi muhalefetin ortadan kaldırılması anlamına gelse de, sıradan insana her zaman cazip gelir.  Orwell’in “1984”ü – kabus gerçeğinin idrak edilmesini muhtemelen engelleyebilecek bir kabus tasavvuru: hiç kimse gerçek 1984’ün Orwell’inki gibi olmasını beklemiyor – pek çok siyasi liderin  “ilham verici” hitabet çiçekleri altında sakladığı, güç ve zulüme olan arsız sevgisini gösterir . Orwell’in gelecekteki İngiltere’sinin “İç Partisi”,  geçmişi tahrif etmek yoluyla, böylece kimse ölü bir özgürlük geleneğini cazip bulmaz; dilin sınırlandırılması yoluyla, böylece ihanet düşünceleri formüle edilemez; aynı anda iki zıt fikre inanma kavramı yoluyla, böylece dış dünya yöneticilerin görünmesini istediği gibi görünür ve basit işkence ve beyin yıkama yoluyla nüfus üzerinde kontrol uygular.

Hem Amerikan hem de İngiliz tasavvurları, korku ve işkencenin caydırıcı araçlarının, birey üzerinde tam kontrol arayan despotizmin kaçınılmaz teknikleri olduğunu varsaymakla birleşmektedir. Ancak Aldous Huxley, ta 1932’de  “Cesur Yeni Dünya” adlı eserinde, güçlü devletlerin vatandaşlarından beklediği itaatkar uysallığın, caydırıcı olmayan tekniklerle daha kolay elde edilebileceğini göstermiştir. Doğum öncesinde ve çocuklukta şartlandırma, köleleri kölelikleri içinde mutlu eder ve istikrar kırbaçlarla değil, bilimsel olarak empoze edilen bir hoşnutlukla sağlanır. Elbette bu, insan savaşların, nüfus krizlerinin, Dostoyevskivari acıların olmadığı bir dünyayı gerçekten arzuluyorsa girebileceği bir yoldur. Koşullandırma teknikleri mevcuttur ve belki de dünyanın durumu kısa süre sonra insanı onları kabul edecek denli korkuya sürükleyebilir. Ancak, bu yüzden Huxley, Kızılderili bölgesinde büyümüş gayri medeni bir vahşi olan kahramanı aracılığıyla, mutluluğun gerçekten istediğimiz şey olmadığını belirtir. İnsan, neredeyse tanımı gereği huzursuz bir yaratıktır – yaratıcıdır, yıkıcıdır, haz ve acıya bağımlıdır. Genç vahşi, cesur yeni dünyanın veremeyeceği şeyi – mutsuzluk – talep eder ve bu yüzden kendini öldürür. 

Erkek” dedi G.K. Chesterton, “kadındır” – ne istediğini bilmez. Hem Orwell’in hem de Huxley’in kabuslarını tamamen reddetmeyen pek azımız var. Bir açıdan, gizli polis ve dikenli tellerle dolu baskıcı toplumu, mutlu olmanın doğru olanı yapmak anlamına geldiği bilimsel olarak şartlandırılmış topluma tercih ederiz. Hepimiz, iyi yönetilen, şartlandırılmış bir toplumun yeni bir ırk için mükemmel bir şey olduğu konusunda Profesör Skinner’la hemfikir olabiliriz – şartlandırma cezaya değil ödüllere dayalı olduğu sürece şartlandırılma ihtiyacına rasyonel olarak ikna olmuş bir tür insan.  Ama biz yeni ırk değiliz ve inatla kendimizden başka bir şey olmak istemiyoruz – hatalarının farkında olan ve bu hatalar üzerinde kendi yöntemleriyle bir şeyler yapmaya az çok kararlı olan yaratıklar. Hatta iki tür insan olarak düşünebiliriz – bizler, özgür insanlar ya da kusurlu insanlar ve belki de modern insan diyebileceğimiz, henüz meydana getirilmemiş yeni insanlar (insanın kendi yaratımı, doğanın değil), boğmaya benzer bir icat. Bu yeni ya da Skinner’a uyan varlığın vaftiz edilmesi uygunsuz olabilir: büyük İngiliz kardinali mezarında dönerdi.

İlginçtir ki, belki de değil, tarihte en çok saygı duyduğumuz figürler, baskıya karşı savaşan ve hatta haklıyı ya da iyiyi savunmak için şehit olan erkek ve kadınlardır. Prometheus, Sokrates, Hazreti İsa, Sir Thomas More, Giordano Bruno, Galile – liste uzundur ve tarih, Kennedyler ve Martin Luther King, Jr. gibi kahramanlar ile buna eklemeler yapar. Sanki sapkın bir şekilde hoşgörüsüzlüğe ihtiyacımız var çünkü kahramanlar olmadan yapamıyoruz. Büyük uzlaşmazların  bizim için yaptıkları şey, bize iyi ve kötü gibi belirli mutlak kavramları hatırlatmalarıdır.  Jean-Paul Sartre’ın kulağa bir teoloji gibi gelse de öyle  olmayan yeni bir insan felsefesi formüle etmesine neden olan, Fransa’nın Naziler tarafından  işgalidir. Rimbaud’un önceden bildirdiği “suikastçılar çağı” ndan bahseden Sartre (“Edebiyat Nedir?” adlı eserinde) şöyle der:

[Kötülüğü] ciddiye almamız öğretildi. İşkencenin gündelik bir gerçek olduğu bir zamanda yaşamış olmamız ne bizim hatamız ne de erdemimizdir. Châteaubriand, Oradour, Rue des Saussaies, Dachau ve Auschwitz, bize Kötülüğün bir görünüm olmadığını, nedenini bilmenin onu ortadan kaldırmadığını, karmaşık bir fikir olarak İyiye karşı olmadığını gösterdi. . . . Kendimize rağmen, yüce ruhlara şok edici gelebilecek şu sonuca varıyoruz: Kötülük telafi edilemez.

Fransa’da bin dokuz yüz otuzlu yılların tükenmiş, yorgun, yozlaşmış dönemi, bir tür mekanizma durumunu andırıyordu, insan makinesinin cansız bir tıkırdaması. Fransızlar işgal altında en az özgürken, tipik insansı bir paradoks sonucu, insan özgürlüğünün haysiyetini yeniden kazanmakta özgür oldular. Direniş vardı; kötülüğe hayır demenin nihai ve indirgenemez özgürlüğü vardı. Bu, davranışları pekiştirmekle  ilgilenen bir toplumda bulunmayan bir haktır. Bir insanın bir ilke uğruna işkence ve ölüme maruz kalmaya istekli olması, davranışçıların laboratuarında pek anlamı olmayan çılgın bir tür sapkınlıktır. 

Hepimiz “şeytani/evil” terimini, onu tanımlamaya istekli olmadan kullanma eğilimindeyiz. “Kötü” ile tam olarak eşanlamlı değildir, zira şiirsel olma dışında şeytani bir portakaldan ya da şeytani bir keman performansından söz edemeyeceğimizden.  “Yanlış” ile de kesinlikle eşanlamlı değildir. “Doğru” ve “yanlış”, değişken göndermeleri olan terimlerdir – başka bir deyişle, bir anda doğru olan, diğerinde yanlış olabilir. Almanya’ya karşı bir savaş döneminde, Almanlarla dost olmak o denli yanlış olabilir ki bunun için vurulabilirsiniz; barış döneminde, onlarla dost olmak doğru olabilir veya en azından tarafsız bir ifade aktarır. Belirli bir zamanda yürürlükte olan yasalara uymak doğru, kasıtlı olarak bunları çiğnemek ise yanlıştır. Doğru ve yanlışı çok ciddiye alamayız çünkü çok fazla değişip muallakta kalıyorlar. “İyi” ve “kötü” gibi mutlak terimlere ihtiyacımız var. İlginçtir ki “İyiye” yönelik tutumumuz  müphem veya gönülsüzdür; iyilik yapmaya teşvik edilmekten çok kötülük yapmamamızın söylenmesine daha alışkınız.Kötülük her zaman kötüdür ve belki de esasen yıkıcı olarak ve organik yaşamın isteyerek ve kasıtlı olarak yadsınması olarak düşünülebilir. Bazen doğru olsa da, başka bir insanı öldürmek her zaman kötüdür. Hatta herhangi bir organizmayı, beslenmemiz için ihtiyaç duyduğumuz sığır ve koyunları bile öldürmek muhtemelen kötüdür. Etobur olmak, en azından Batı toplumunda ne doğru ne de yanlıştır: tarafsız öneme sahip bir şeydir. Hinduizm, tüm yaşamın kutsallığı hakkında o kadar güçlü hisseder ki, yiyecek için ve hatta bazen kendini korumak için bile herhangi bir şeyin öldürülmesine karşı çıkar. Sivrisinekler için sineklik kullanmak caizdir, fakat böcekleri ezmek yasaktır. Hindu işçilerinin sürüngen yaşamını kürekle çıkarılmaktan korumak amacı ile büyük yapı  iskeleleri kurduğunu görmüştüm. Doğu ve Batı hayatın kutsallığı üzerinde prensipte buluşur, ancak Batı bu konuda daha pragmatiktir. Bir tür mecazi genişletme ile Batı, bir eserin yok edilmesini özellikle de bu eser bir sanat eseri ise kötü (sadece yanlış değil) olarak görerek Doğu’dan daha ileri gidecektir. Bir sanat eseri bir şekilde organiktir ve bir tabloyu kesmek veya bir heykeli parçalamak sadece mülke karşı bir suç değil, hayata karşı bir suçtur. Bir organizmanın yok edilmesinin amaçlanmadığı yönetim alanlarında   kötülük prensibine başvurulabilir. Uyuşturucuları çocuklar arasında kabule zorlamak yanlıştır, ancak bunun şeytani derecede kötü olduğunu da reddedecek sayısı azdır: Bir organizmanın kendi kaderini tayin etme kapasitesi zayıflamaktadır. Sakatlamak kötüdür. Saldırganlık eylemleri kötüdür, ancak intikamın ateşli ruhunda (“bir tür vahşi adalet”, demişti Francis Bacon) veya başkalarını, herzaman gerçekleşmese bile beklenen şiddet eylemlerinden koruma arzusunda hafifletici faktörler bulmaya meyilliyiz. Hepimiz hayal gücümüzde veya anılarımızda, en ufak bir hafifletici neden barındırmayan belirgin kötülük imgeleri tutmaktayız – bir hayvana işkence eden dört sırıtan genç, toplu tecavüz, soğukkanlı vandalizm. Öyle görünüyor ki bir aklın zorla şartlandırılması, toplumsal niyet ne denli iyicil olursa olsun, kötü/şeytani olmak zorundadır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir