ÖZLEM KOKUSU – Kaybolan Bir Saatin Öyküsü

özlem kokusu

Bir kol saati olarak ikinci defadır kaybedilmiş olmanın üzüntüsü içindeyim. Ah! Bir bilseniz ilkinde başıma neler gelmişti? En iyisi hikâyemi en başından anlatmak.

Belki inanmayacaksınız, ben tam yüz yaşındayım.  İlk sahibim maaş hatırası olarak beni çok bilinen bir mağazadan almıştı. O zamandan beri aynı ailenin üyeleri arasında nesilden nesile el değiştiriyordum. İşinin uzmanı bir saatçinin elinde yapıldım. Adı neydi?  Hafızamı biraz zorlarsam bulacağım. Hah! Nezihi Usta

İlk sahibim olan Muharrem bana çok iyi baktı. Kullanmadığı zamanlar beni içi temiz bir kutuya koyardı. Bu nedenle toz üzerime pek yapışmazdı. Vefatından sonra, oğlu Murat bir süre kullandı.  Babasının hatıralarına sahip çıkardı. Yeni bir kol saati alınca beni kutuma bıraktı. Sonra da oğlu Emre’ye on birinci yaş günü armağanı olarak verdi.

Ah! İşte başıma neler geldiyse Muharrem’in torunu yüzünden oldu. Dağınık bir çocuk olduğundan, eşyalarına pek sahip çıkamazdı. Sınıf öğretmeni aile hatıralarını anlatan bir ödev vermiş. Herkes bir hikâye anlatacakmış. Bizimkisi de göstermek için o gün beni yanında götürmüştü. Yaşlıyım her yere gidemem dediysem de sesimi duyuramamıştım. Beni kaybeder diye çok korkuyordum.

Çalışır durumda olduğumu görünce sınıftaki arkadaşları ve öğretmeni şaşırmıştı. Hatta bir arkadaşı “Sen halen dedenin saatini mi taşıyorsun? Oğlum uzay çağına geçtik. Bırak bu ihtiyar işlerini.” demişti.  Çok bozulmuştum. Yani duygusal anlamda diyorum. Hâlbuki mekanik olarak tıkır tıkır çalışıyordum. Bu arada söyleyeyim. Ben pille çalışmam. Eski tip kurulmalı bir modelim. Beni yapan içime neredeyse bir saç teli inceliğinde parçalar koymuştu. Nezihi Usta aslında bir cerrah gibi yetenekliydi. Bu sözü o yıllarda dükkânına gelen bir müşterisi söylemişti.

Emre’nin şimdilerde moda olan dijital saati vardı. Üzerinden yazı geçiyordu, sayıları elektronik olarak gösteriyordu. Bu yüzden beni eski bulurdu. Hâlbuki yapıldığım yılda çok havalıydım. Pahalı olduğumdan öyle herkes beni satın alamazdı. Emre, o zamanları bilmediği için beni çekmecesinin dibine atıyordu. Düşünsenize aramızda seksen dokuz yaş fark vardı. Dedesinden bir anı olmasıydım, çoktan çöpteydim.

Lafı uzatmayayım. Emre’nin çantasının içindeydim. Eve dönecektik. Okul servisine bindik. Ben etrafı göremiyor olduğumdan sadece kulağıma gelen seslerle tahminde buluyordum. Bizim çocuk çantasıyla başkasına mı vuruyordu ne? Zangır zangır sallanıyordum. Sonra küt bir yere çarptım. Bir hareket yok. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum. Kutumun kapağı açıldı. O da ne? Başka biri. “Hay aksi” dedim. Korktuğum başıma gelmişti. Küçük beyefendi beni düşürmüştü. Köpek ya da kedi olsam üzerimde sahibimin ismi ve numarası olurdu. Kime ait olduğum belli değildi. Beni bulan kişi bir saatçiye bıraktı. Neyse ki kıymet bilen biriymiş. Beni verirken üzerime para bile almış olabilirdi. Gerçi tam olarak görememiştim. Ne de olsa yaşlıydım.

Saatçi dükkânı çok küçüktü. Kocaman duvar saatleri yeteri kadar yer olmaması nedeniyle bitişik olarak asılıydı. Sarkaçlı ve içinden guguk kuşu çıkanları var. Hele biri var ki bin sekiz yüz doksan dört yılında kurulmuş Anton Schneider markasının saatiydi. (İsmi uzun olduğu için bundan sonra kısaca ilk ismini kullanacağım.)  Kaç yaşında olduğunu kendi bile unutmuştu.  Almanya’da yapıldığını hatırlıyordu. Eve benzeyen bir kutusu vardı. Altından çıkan zincirlere iki tane kozalak şeklinde metalik parçalar tutturulmuştu. Saat başı gövdeden çıkan bir kuş öttükçe ağırlıklar aşağıya iniyordu. Tekrar kurmak için onları yukarı doğru çekmek yeterliydi. Ayrıca, kutunun tam altından sağa ve sola sallanan çubuk ritmik bir ses çıkarıyordu. Bu dükkânın gözdesiydi.

Bir felsefe grubu kendi aralarında saati gösteren akrep ve yelkovanı tartışıyorlardı.  Efendim, insanoğlu bu kelimeleri neden yakıştırmış? Yelkovan avare dolaşan durup dinlenmeyen göstergeymiş. Hâlbuki akrep öyle miymiş? Durup beklermiş. Ağır ağır bir saatten ötekine gidermiş. Olsa olsa ancak zamanı öldürdüğü için bu adı almış. Falan filan.

Sonra bir sessizlik oldu. Oh kafama bir iyi geldi ki anlatamam. Ne yazık ki kısa sürdü. Cılız bir ses geliyordu. “Hatalıyım ben hatalıyımmmm Akrebim uzundur yelkovanımdaaannnn” İlk duyduğumda komik gelmişti. Sürekli tekrar edince merak ettim. Meğerse ne kadar tamir edilse de hep bozulan bir saatmiş. Beceriksiz adamlar zavallımın psikolojisini bozmuş. Hep aynı tekerlemeyi söyleyip dururmuş. Ah ah! Onu Nezihi Ustam’ın eline verebilseydim, bak nasıl da tıkır tıkır çalışırdı.

Değişik saatlerle tanışmak ve konuşmak iyi gelmişti. Bir yandan da evimi özlüyordum. Nasıl gidecektim oraya bilmiyordum. Dükkâna arada sırada girip çıkan rüzgâr ile konuşurduk. Geçtiği yerleri anlatırdı. Hiçbir zaman gidemeyeceğim yerleri, bilmediğim hayatları dinlerdim. Yine geldiği bir gün, benim öyle iç çekişimi görünce “ Ne oldu sana böyle?” diye sordu.

“Beni alıp koluna takacak kimse yok. Saatçinin çıkan parçalarımı başkasına takmasından korkuyorum. Ah! Rüzgâr keşke ben de senin gibi uçabilseydim. Emre’nin beni dibine attığı çekmeceyi bile özledim.” dedim. Rüzgâr aklına bir şey gelmiş gibi gülümsedi.

“Özlem yolunu bilir misin?” diye sordu. Kaybeden ve kaybolanlar arasında oluşurmuş. İlk defa duymuştum. Ne kadar çok hissedilirse, o kadar çok güçlenirmiş. O zaman, ancak iki tarafın duyabildiği bir kokusu olurmuş. Rüzgârın taşıması sayesinde sahiplerim beni bulabilirmiş. Olmayacak bir şey gibi gelmişti. Hislerle oluşan koku mistik bir şeydi. Kafam daha bir karışmıştı. Nasıl olacak diye düşünürken, yanımdan ayrılıp gittiğinin bile farkına varamamıştım.

Özlem yolu oluşturmak için gerekli hisler benim gibi bir saatte nasıl oluşacaktı? İnsan değildim ki! Keşke rüzgâra sorsaydım. Tezgâh üzerinde tozlanmak ya da başka saatlere yedek parça olmak hiç istemiyordum. Denemem gerekiyordu.

Kendi kendime konuştuğumu duyan Anton tepeden gürledi. “Ne oldu dostum?” diye sordu. Rüzgârın dediklerini anlattım. O zaman kocaman sesiyle öyle bir kahkaha attı ki, içinden çıkan guguklu kuş ne olduğunu anlamadan onun gülmesine katılmış oldu. Her çıkışta bir bana bir de Anton’a bakıyordu. Kafasını oraya buraya çevirmekten dolayı üzerindeki tozlar bile uçuştu.

Diğer saatler gök gürültüsü gibi gülen ihtiyarı duyunca, bana ne yaptın der gibi baktılar. Çünkü onun böyle gürlediğini hiç görmemişlerdi. Israrlarına dayanamayınca bir sefer daha anlatmış oldum. Felsefe grubu farklı bir tepki verdi. Hatta onlara ilginç bile geldi. Düşünce ve duygu birbirinin arkadaşıymış. Ne düşünürsem onu hissedermişim. Evde yaşadığım günleri düşünmemi istediler. Burada tezgâh üzerinde pineklemekten eve dönme umudum kalmadığı için özlem duyamıyormuşum. Bunlar da fena değilmiş hani! Düşün ve hisset. Onların arasına katılsam iyi olacaktı. Pek hoşuma gitti. İçimdeki karamsarlık gidiverdi. Umutlu olmaya karar verdim.

Dükkâna girip çıkanlar vardı. Saat alıyorlar ya da yaptırıyorlardı. İnsanlar bizi neden kullanırlardı. Bunu felsefe grubuna sordum. İçlerinden biri tik takların insanları bir araya getirdiğini söyledi. Öyle ya! Bizler sayesinde uyuyorlar, yemek yiyorlar, buluşuyorlar, derse ya da işe gidiyorlardı. Zaman bizle ölçülüyordu. Köşeye atılacak çöp değildik. Vallahi bu arkadaşlarım harika çıkarımlar yapıyorlardı. Kendimi değerli hissetmeye başladım bile.

Özlem yolunu oluşturmak öyle kolay değildi. Kendi dünyamda küçücük adımlar atıyordum. Sonunda işe yarayacağına dair umudum oluşmuştu. Rüzgâr yine gelmişti. Neşeli olduğumu görünce, merakla nedenini sordu. Ben de gittiğinden beri yaptıklarımı anlattım. Tebrik etti. Devam etmem için güzel şeyler söyledi. Bir daha geldiğinde özlem kokusunu çıkarabileceğimi duyunca çok mutlu oldum.

Köpeklerin insan kokusunu kilometrelerce uzak bile olsa alabildiğinden bahsetti. Burunları çok hassasmış. Eşyalarından sahibini bulurlarmış. Ah nerede öyle akıllı hayvan olacak da beni bulacaktı.

Günler aylar geçti. Rüzgâr gelince hazır olmak istiyordum. İşte beklediğim gün gelmişti. Kapı açıldı. Püffff içeri dolu verdi. Etrafımda döndü. “Hımm” dedi.” Olmuş olmuş” hemen sahibine taşıyayım dedi.

Birkaç gün sonra dükkâna Murat girdi. Çok sevinçliydim. Dostum özlem kokumu taşımıştı. Eski bir saat kaybettiklerini söyleyip beni tarif ediyordu. Hop oturup hop kalkıyordum. Anlasana be adam! Beni soruyor işte. Başka başka şeyler gösteriyordu. Ay sinir oldum. Azıcık kıpırdayabilseydim. O sırada rüzgâr arkadaşım imdadıma yetişti. Beni ittiriverdi. Saatçinin arka tarafındaki tezgâhta dururken küt aşağıya düşüverdim. Kutumdan çıkarak yere çarptım.  Gürültüye başları çevrilince Murat beni fark etti. “İşte! Onu istiyorum.” dedi. Dileğim olmuştu. Artık eve gidecektim.  Beni koluna taksa ve hiç çıkarmasa. Oh! Özlem kokusu mis gibidir.

Neyse ki Emre’nin çekmecesine girmedim. Salondaki büfenin özel eşyalar bölümünde yerimi aldım. Sonra ne oldu biliyor musunuz? Afacan yine beni okuluna götürmeye kalktı ve yeniden kaybetti. Yani anlayacağınız başa döndüm. Bana bir rahatlık yok. Bakalım bu sefer başıma neler gelecek?

YAZAN: ELİF BÜLBÜL

6 Replies to “ÖZLEM KOKUSU – Kaybolan Bir Saatin Öyküsü

  1. Sevgili Elif Bülbül’ü kutluyorum. “Özlem Yolu” tanımını çok sevdim.Her yaş için keyifli bir öykü olmuş.

  2. Elifcim sen bu işi iyice çözdün bir Saatin hisleri bu kadar güzel yazılabilir yüreğine emeğine sağlık.

  3. Tebrik ederim Elif. Dilin sade, konu özgün. Metal bir objeye ruh kazandırmışsın. Merakla ve zorlanmadan bir çırpuda okudum. Güzel yüreğine sağkık

  4. Elifciğim, harika bir hikaye, cok akıcı, duru, keyifli ve mizahi bir dille yazmissin. Ben de bir çırpıda okudum. Okurken saat yaşayan bir varlığa donustu ve gözümün önüne geliverdi. Kalemine ve yüreğine sağlık.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir