BÜYÜKADA DA İKİ GECE ÜÇ GÜN

BÜYÜKADA

Yaşadığın şehri bir turist gibi gezmelisin…

Eski Yunanca’da “Prens” anlamına gelen Prinkipos bugünkü adıyla Büyükada Marmara Denizi’nde yer alan Prens Adaları’nın en büyüğü. Büyükada geçtiğimiz hafta kocamla iki gece üç günlük kısa tatilimiz için seçtiğimiz yerdi. Harika bir zamanda gitmişiz. Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında vapurda oturacak yer bile bulamazken Ekim’de Saat Meydanı dışında kalabalık görmedik. Sessizliğin keyfini sürdük.

ada vapuru

NASIL GİTTİK?

Sarıyer’de oturuyoruz. Arabayı Hacıosman otoparkına bırakıp, metro ile Taksim oradan da yine aktarma ile Kabataş’a geçtik. Telefonunuzdan, ister uygulama ile ister arama motorları üzerinden Şehir Hatları araması yapıp ‘Ada Vapur’ saatlerine ulaşabilirsiniz. Bir saat kırk beş dakikalık bir yolculuktan sonra Büyükada’daydık. Yolculuk uzun gibi görünüyor ama Kabataş’tan Kadıköy’e oradan da önce Kınalı sonra Burgaz ve Heybeli’ye uğrayan ada vapuruyla zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Biz yola çıkmadan önce akbillerimize aylık abonelik yaptırmıştık. Bu da bize adada elektrikli ulaşım araçlarına binerken ekonomi sağladı. Şöyle ki, ada vapuru 4 kontör para ile sanırım 10 lira, atlı faytonların yerine İBB’nin adalara yerleştirdiği elektrikli araçlar 7 kontör para ile 26.75 lira. (Kendime not: Bakalım iki yıl sonra ne kadar olacak? Yok ya iki yıl bile çok, altı ay sonra)

Vapurda yok yok. Eğer hızlı davranırsanız ikinci katta kafenin hemen yanındaki masalardan birine oturabilir, bizim gibi yanınızda getirdiğiniz sandviçlerinizi yerken yanına taze demlenmiş çayınızı alabilirsiniz. Türk kahveleri de çok lezzetli ve fiyat olarak da dışarıya göre çok uygun. Ayrıca kahve kartı veriyorlar altı kahveden sonra biri bedava.

NEREDE KALDIK?

Kocamı ben götürdüğüm için otel organizasyonu da bana aitti. Çok araştırdım, hem bütçemizi zorlamasın, hem temiz olsun, hem de kahvaltısı güzel olsun diye. Adalardaki oteller oda kahvaltı şeklinde hizmet veriyorlar, nihayet AŞIKLAR OTEL’de karar kıldım. Otel Aya Yorgi’ye çıkan Lunapark Meydanı’na çok yakın Nizam Mevkii’ndeydi. Burası Saat Meydanı’nda yürüyerek 35-40 dakikalık bir mesafede. Aslında Büyükada’nın tam orta noktasına konumlanmış durumda. Yazın gidilirse iki – üç plaja da kolaylıkla ulaşılabilecek bir yerde. Otelimiz merkeze yakın olmadığı için hiç ses yoktu.

Otel bir aile işletmesi. Odamız gayet büyük, ormana bakan, içinde antika denilebilecek ürünlerle dekore edilmişti ve temizdi. Hatta şöminesi bile vardı ama onu kullanmak için kış aylarını tercih etmek lazım. Ekim’de hâlâ güneş yakıyordu. İşletmecisinin söylediği gibi kahvaltısı çok iyiydi. Otelin benim için en güzel tarafıysa Kont’tu. Yakışıklı bir genç delikanlı olan Kont köpeklerle arası pek iyi olmayan kocama bile kendini sevdirdi.

Otelin çevresini dolaşırken komşu evimizde zamanında Adalet Ağaoğlu’nun yaşadığını öğrendim. Bu beni hem heyecanlandıran hem de hüzünlendiren bir rastlantı oldu.

NERELERE GİTTİK?

Öncelikle vapurdan iner inmez soluğu Dolci Pastanesi’nde aldık. Oradan kurabiye ve galeta aldık. Sebzeli, peynirli, zeytinli gibi farklı çeşitlerde galetalar yapıyorlar. Hepsi de çok lezzetli. Kahvenin yanına bir şeyler alıp, meydandan biraz yukarda manzaraya karşı yerleştirilmiş Kahve Dünya’sında kahvelerimizi içtik. Manzaranın keyfini çıkardık. Sonra kalacağımız otele, Nizam Mevkii’ne giden araçlara, nasıl gideceğimizi keşfettik. Bunlar eskiden faytonların kalktığı yerden kalkıyorlar. Üç, dört peronları var. İlk peron en yoğun olan çünkü ada turu yapıyor ve hafta içi üstelik Ekim ayı olmasına rağmen epeyce kalabalıktı. Dolup, dolup boşalıyordu. Onun hemen yanında Nizam araçları kalkıyordu ama yarım saat beklememiz gerekecekti. Biz de bu vakti yine meydanda turlayarak geçirdik. Güzel tarafı kızlarımdan duyduğum İtalyan Karameli dondurmayı tadarak bunu yapmamdı.

Nihayet otelimize varıp biraz dinlendikten sonra hiç vakit kaybetmeden Lunapark Meydanı’na oradan da Aya Yorgi’ye çıktık. Hedefimde Rum Yetimhanesi de vardı ama oraya gidemedik. Aya Yorgi’deki dürbünden baktığımda neredeyse tamamen yıkılmak üzere olduğunu gördüm. ( İçimi acıtan, sahipsiz bir yapıdır orası. Sanki kimsesizlik kaderiymiş gibi hissettirir. )

Aya Yorgi’ye daha önce çıkmıştım, yokuşunu biliyorum. Üstelik benim evime de yokuşlu yoldan ulaşılır ancak bu yol bu kez çık çık bitmedi. İnadına tepemizde dikelen güneşte işimizi zorlaştırıyordu. En nihayetinde zirveye vardığımızdaysa manzaranın keyfine doyamadık. (Tabi anakara tarafına bakmamak koşuluyla. Yatay mimari hedefinden epeyce şaşmış durumda. Sadece betondan oluşan şehir gerçekten korkunç görünüyordu.)

Hakan “Burada bir su vardı hatırlıyor musun?” dedi. ‘Dün ne yediğimi hatırlasam keşke,’ dedim içimden. Elbette hatırlamıyordum ama ısrar etti. Tepedeki Rum Ortodoks Kilise’sini gezdikten sonra görevliye sordu. Hemen yanındaki yapıda bir ayazma olduğunu ama uzunca süredir kapalı tutulduğunu söyledi. Sanırım insanların hurafe inanç çılgınlığı yüzünden kapatılmıştı. Bir şeylerin gerçek olması için hurafelere değil de içimizden gelen güce inansak keşke!

Bu kilisede fotoğraf çekmek yasak. Aynı İslam inancındaki cami girişlerinde örtünme gibi burada da kilise girişinde kadınların vücutlarında açıkta kalan yerleri kapatması için örtüler var ama baş bağlamak gerekmiyor. Erkekler de şortla giremiyor. Kilise halen ibadete açık olduğundan görevliler fotoğraf çekilmesine izin vermiyor. Küçücük kilise de çok değerli, yüz yıllar öncesinden kalma ikonalar ve resimler yer alıyor.

Sonraki durağımız tekrar Büyükada Meydanı oldu. Artık akşam oluyordu ve acıkmaya başlamıştık. Büyükada’yı küçük bir kasaba gibi nitelendirebiliriz. Meydanına bağlanan uzun caddesinde her ihtiyacınızı karşılayacağınız lokantalar, marketler ve mağazalar var. Caddeyi arka paralel sokaklarını da turlayarak baştan sona yürüdük. Prens Adaları’nın hangisine gidersek gidelim hayran kaldığımız tarihi binalara bakarak zamanın nasıl geçtiğini anlamadık.

İkinci gün tekrar Lunapark Meydanı’na çıkıp oradan dümdüz aşağıya, küçük tur yolunu takip ederek Nikola Manastırı’nın ve tarihi mezarlığın önünden geçip yeni yapılan İBB plaj tesislerine ulaştık. Çok güzel bir koya yerleştirilmiş tesis ama denize girme vakitleri çoktan geçmişti. Belki seneye plaja da uğrarız diyerek, adımlamaya devam ederek Adalar Müzesi’ne geldik. Girişte küçük, şirin bir kafesi olan müzenin içinde Adalı Yayınları’nın bastığı çeşitli eserler ile yine adalarda üretilen el işi ürünler de satılıyor. Müzeyi çok beğendik. Müzeyi üç bölümde sınıflandırabilirim: 1. Bölümde Türkçe ve İngilizce hazırlanmış bir video ile Prens Adaları tarihçeleriyle anlatılıyor. Bu kısımda dönemlere ayrılarak hazırlanmış afişlerle tarihçesine dair detaylar aktarılıyor. 2.Bölümde bağış olarak gelmiş eşyalar var. Adalarda yaşamın izleri olan bu eserlerden Rum Yetimhanesi’nden bir sıra ve sandalye çok ilgimi çekti. Sıranın açılan kapağına oraya oturan belki de her çocuğun yazdığı notlar bana ‘Hangi zamanda yaşanırsa yaşansın öğrencilik hep aynı’ diye düşündürdü. Ben de sırama karalamalar yapmıştım. Sandalye ise tam bir zaanatkârın elinden çıkmıştı. Üzerinde çok güzel çiçek figürleri işlenmişti.

Adaların önemli bir diğer yanı oralarda yaşayan ünlü sanatçılar. Bunlar çoğunlukla yazarlar, besteciler, heykeltraşlar ve Troçki gibi zorunlu olarak ülkesinden sürülmüş siyasiler. Bu kişilere ait anılar, fotoğraflar da müzesinin duvarlarında sergileniyordu. Bir de memleket tarihiyle birleşen acı günlerin hatıraları vardı elbette. 6-7 Eylül olayları, Kıbrıs olayları gibi. Tarihçelerini okurken 6 -7 Eylül olaylarından en çok Büyükada ve Heybeliada yerlilerinin etkilendiğini Burgaz ve Kınalı’nın direniş gösterip adaya kimseleri çıkarttırmadıklarını okuduk.

3. bölüm sürpriz oldu bizim için. Bisiklet Sergisi vardı. Adaların tarihinde yine önemli yere sahip olan bisiklet kültürü burada tarihçesiyle birlikte anlatılıyordu. Adalarda yaşayan ünlülerin bisikletlerinden sergilenenler ve bir zamanları anlatan fotoğraflar bu bölümde yer alıyordu.

Adalar Müzesi’nde epeyce bir zaman geçirdikten sonra yine dümdüz yolumuza devam edip yaklaşık 35 dakikalık bir yürüyüşün ardından tekrar merkeze ulaştık. Bu arada Reşat Nuri Güntekin’in evinin önünden geçmişiz ama ben gözden kaçırdım çünkü bu hat üzerindeki evlerin hepsi insanı keyiften sarhoş edecek güzellikteydi.

Gelip yine soluğu Dolci Pastanesi’nde alıp çaylarımızı içerken Adalar Müzesi’nden satın aldığımız harita üzerinde gezdiğimiz yerleri işaretledik. Biz iki günde yürüyerek tam bir tur yapmıştık. Akşam yemeğimizi yiyip otele dönmek istediğimizden biraz daha vakit geçirmek için bir şeyler düşünürken aklıma Adalar Kütüphanesi geldi. Şansımıza açıktı ve harika bir yerdi. Hemen kitaplara daldım. Çok zengin bir çocuk kitaplığı bölümü var. Tıpkı bir çocuk gibi mutlu, kalın kapaklı, resimli kitapları teker teker okumaya başladım. Bir yandan da rahatça kütüphaneni içinde gezinen, uyuklayan kedileri sevdim.

Tüm bunları neden yazıyorum?

Aslında yazdıklarım kendime notlar. Unutmamak için yazıyorum. Bloğum anı defterim gibi. Tabi bu arada okuyanlar olursa onlar için de bir kaynağa dönüşsün istiyorum.

Keyifli gezmeler, bol kitaplı günler diliyorum.

One Reply to “BÜYÜKADA DA İKİ GECE ÜÇ GÜN”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir